Faiz meselesi: Kişi kültüne halel gelmesin yeter

Merkez Bankası’nın sadeleştirme/normalleştirme sonrası yeni faiz oranları

Merkez Bankası, TL’nin döviz karşısında kontrolsüz düşüşünü frenlemek için politika faizini 24 Mayıs’ta 3 puan arttırarak %13.5’ten %16.5’e, 8 Haziran’da da 1.25 puan daha arttırarak %16.5’ten %17.75’e yükseltti. Şu anda Türkiye hem nominal hem de reel olarak (faiz oranı eksi enflasyon oranı) klasmanındaki gelişmekte olan ülkeler içinde tamamen iflas etmiş Arjantin’den sonra en yüksek faiz veren ikinci ülke konumunda. Faiz arttırımı ile piyasaya, döviz satıp TL alarak yüksek TL faizlerinden yararlanma motivasyonu sağlandı, 5 TL’yi zorlamaya başlayan dolar 4.5 TL civarına geriletildi. Fakat böylece meşhur “faiz lobisi”ne de tamamen teslim olundu.

Rezervden döviz satışı seçeneği rezervin küçüklüğü nedeniyle yeterince işe yaramayacağı için derhal yapılabilecek pek başka bir şey de yoktu, bu açıdan piyasa rasyonalitesine uyum sağlandı diyebiliriz.

Merkez Bankası bağımsızlığı?

Bu hızlı gelişmeler beraberinde bir dizi, kanımca isabetsiz tartışmayı doğurdu. Bu yazıda bunların birkaçını esas mesele olan Erdoğan açısından, yani çifte seçim arifesinde malum “beka sorunu” açısından inceleyeceğim. Öncelikle, yaşanan ciddi faiz arttırımı gibi önemli bir kararı kim alıyor, yani Merkez Bankası bağımsız mı değil mi onda anlaşmak gerek. İzninizle bir tümden gelim yaparak Merkez Bankası tabii ki bağımsız değil diyeceğim, memleketteki tüm dişe dokunur kararlar gibi bu tip bir kararı da ancak Erdoğan alabilir. Bütün otorite ve politik meşruluğun en tepedeki tek adamdan kaynaklandığı, biat ve sadakatın tek geçer akçe olduğu bir rejimde başka türlüsü düşünülemez. Bu tarz bir rejimin doğasından gelen zorunluluk ise, tek adamın imajında herhangi bir hasar oluşmasına izin verilemeyeceği, milleti için muazzam düşmanlara karşı yılmadan dinlenmeden mücadele eden, alternatifsiz lider anlayışı, yani kişi kültüne halel gelmesine tahammül edilemeyeceğidir. Madem öyle nasıl olacak bu iş? Basitçe, gerçek durum ne olursa olsun, faiz arttırımı kararının Erdoğan’ın hanesine yazılmaması sağlanarak.

Faizi arttırmak enflasyonu yükseltir mi?

*8 Haziran’daki ikinci faiz arttırımından önceki durum

Devam etmeden önce ikinci bir isabetsiz tartışmaya daha değinmekte yarar var. Biliyoruz ki, Erdoğan, herkesi hayrete düşürecek şekilde, bir iki terso iktisatçı dışında kimsenin inanmadığı bir tezi sık sık dillendiriyor; faizleri yükseltmek enflasyonu düşürmez, yükseltir diyor. Oysa ki yüksek faiz, kısa vadede elinde para olanlara hemen risksiz, cazip bir getiri şansı sunarak piyasadaki paraların mal ve hizmetlere yönelmesi yerine devlet kağıtlarına ve bankalara yönelmesine yol açar yani mal ve hizmetlere olan talebi düşürür. Geri ödemelerde faiz yükü arttığından tüketicilerin ve yatırımcıların borç alarak harcama yapmalarını da caydırır. Orta vadede yeni yatırımları da caydırarak (risksiz faiz kazancı varken niye risk alıp yatırım yapılsın) ekonomiyi soğutur yani büyümeyi ve dolayısıyla istihdamı kısıtlar, işsizliğin yükselişi işçilerin pazarlık gücünü zayıflatır ve ücretleri baskılar yani yine talep düşer (ücretliler kapitalistlerin aksine geçinebilmek için ellerine geçen tüm parayı harcama eğiliminde olduklarından ücretler ile enflasyonun ilişkisi daha sıkıdır). Bütün bu mekanizmaların sonucunda da enflasyon düşer. Peki Erdoğan bunu bilmiyor mu? Biliyordur herhalde. Mesele o değil. Mesele halkın, milletin ne bildiği ve ne algıladığı, insanların kafasından neler geçtiği.

Neoliberalizm, din ve ideolojinin inşası

Türkiye’de halkın (halk diyorum çünkü bu nokta “millet” ile sınırlı değil) bilinçaltında 2001 yani Kemal Derviş operasyonu öncesi dönemde, özellikle 90’larda yaşanan uzun süreli yüksek enflasyon sorunu hala canlı. Anlaması basit bir problem olduğu için zihinlerdeki yeri de sağlam; “fiyatlar her ay yükseliyor, herşeye zam geliyor, yoksullaşıyoruz”. Yalan değil, fakat çok eksik. Örneğin ücret artışlarının enflasyonun altında kalıp kalmadığı, enflasyon sepetinin muhteviyatı, enflasyonun ne kadar dalgalandığı yani belirsizlik faktörü, enflasyonu düşürmeye odaklanmanın işsizliğe yol açma ihtimali gibi şeyler en az enflasyon oranının kendisi kadar önemli. Fakat bunlar yüzeyde görünenin bir adım ötesini düşünmeyi gerektiriyor yani daha zor algılanıyor. Buna piyasacı, neoliberal modelin düşük enflasyon yani fiyat istikrarı önceliği ile uyumlu bir şekilde medya tarafından kafalara kazınan “enflasyon canavarı” imgesi de büyük katkı yaptı. Öyleyse enflasyona karşı olmak siyasi puan getiren, avantajlı bir konumdur, cepte tutmakta fayda var.

Yaşı tutanlar 90’lardan kalan sevimli dostumuzu hatırlayacaktır

Bir de milletin (burada da özellikle millet diyorum) İslami düşünceye dayanan kadim bir faiz antipatisi var. Kapitalizm öncesi dünyada da önemli bir sömürü aracı olan faizle borç verme, yani tefecilik, tarihte tekrar tekrar toplumsal mücadele konusu olmuş, neredeyse tüm dinlerde şu veya bu ölçüde yasaklanmış, borçların düzenli affı öngörülmüştür. Erdoğan’ın İslami bir referans olarak kendine dayanak yaptığı bu antipati de yersiz değil, oldukça yerindedir. Fakat yine eksiktir. Evet faiz kötüdür, ama güncel kapitalist düzende faiz; kredinin birikimdeki rolü ile birlikte, kar şeklini alan üretimdeki sömürü ile beraber düşünülmeden, bin küsür yıllık kadim eleştiri aracı ile anlaşılamaz ve çözülemez. Olsun varsın, son yıllarda “faiz lobisi” şeklinde komplo teorici bir formatta yeniden ifade edilmiş haliyle faiz karşıtlığına da ideolojik yatırım yapıldı bir kere.

Hz. İsa elinde kırbacıyla tefecileri tapınaktan kovuyor

İşte Erdoğan’ın “yüksek faiz yüksek enflasyonu doğurur” düsturu absürt bir teoriden ziyade işlevsel bir söylem olarak anlaşılmalıdır ve bu iki ideolojik ayağa yaslanmaktadır. Neoliberalizmin düşük enflasyon önceliği, ve kadim dini düşüncenin faiz karşıtlığı. Fakat gelinen noktada pratikteki neoliberalizm ile ideolojideki dini unsur bir arada götürülemez hale gelmiştir. Çelişki yüzeye fırlamıştır ve maksat, çelişkinin çözülmesi değil, örtülmesidir.

Çifte söylem

Piyasa ekonomisinin rasyonalitesi ile liderin kişi kültünün korunması ihtiyacı arasındaki çelişki içeriye ve dışarıya yönelik farklı, çifte söyleme de yol açıyor. Erdoğan Londra’da dahi konuştuğunda faizin enflasyonun kaynağı olduğu söyleminde ve faiz karşıtı pozisyonunda ısrar ederken, yardımcı ve astları ise arkasından “merak etmeyin o seçim atmosferinde edilmiş sözlerdi, biz piyasanın gereğini yapacağız” diye konuşmak zorunda kalıyor. Yine aynı mekanizma devrede; tatsız bir iş yapılması icap ediyorsa yapılacak, yeter ki siyasi fatura Erdoğan’ın önünde kalmasın.

Bitirmeden önce, dövizin yükselmesi pahasına faizleri düşük tutmanın ideolojiden öte hiç mi pratik anlamı yok ona değinmek istiyorum; çünkü aslında var, ama bir yere kadar. Son krize kadar iktidar açısından dövizin yükselmesinin politik bedelinin işsizliğin artmasından daha hafif olacağı düşünüldü. En basitinden düşünürsek, oy potansiyeli daha kalabalık olduğu için daha büyük olan alt sınıf için erişilebilir yerli malların fiyatları birincil önemde ve bu mallar dövizin pahalılanmasından sadece ithal girdilerdeki maliyet artışı nedeniyle kısmen etkilenir (alım gücü daha yüksek bireyleri daha çok ilgilendiren ithal mallar ise haliyle dövizdeki her yükselişten bire bir etkilenir). Oysa ki faiz artışına bağlı olarak yatırımlar yavaşlar ve ekonomi soğursa işsizlik artacaktır. Zaten resmi olarak %10 civarı gergin bir seviyede olan işsizlikte 1-2 puanlık bir artış bile seçimde iktidar aleyhine 1-2 puan oy kaybı olarak yansırsa risk büyük. Dolayısıyla yüksek döviz (ve yüksek enflasyon) pahasına yüksek büyüme ve istihdamın korunması tercih edildi. Ta ki dolar kriz halinde fırlayana yani taktik ters tepinceye kadar. Çünkü eninde sonunda Faiz – Enflasyon – Döviz – Büyüme – Cari Açık vb. öncelikler hepsi birbiri ile bağlantılı çok köşeli bir tercihler poligonu teşkil ediyor. Politik önceliğe göre şu veya bu köşesinden çekiştirebilirsiniz fakat temel çürükse yani poligonun çevre uzunluğu yetersizse çekiştirdiğiniz köşeler poligonun simetrisini bozuyor, toplam alanını daraltıyor. İzole bir ulusal ekonomiye değil, tam tersine bir hayli dışa bağımlı ve ABD’nin faiz arttırımı gibi doları yükselten dış gelişmelerden etkilenmeye açık bir ekonomiye sahip olduğumuz da düşünüldüğünde durum hızla kırk katır mı kırk satır mı şeklini alabiliyor. Döviz krizi tam da buna bir örnek oldu. Burada zamanlama da önemli; faizler mevcut yatırımları etkilemeyecek, fakat yeni yatırımların önünü kesecektir (mesela inşaat sektöründe), yani işsizlik sorunu biraz daha gecikmeli şekilde, muhtemelen seçimden sonra ortaya çıkacaktır. Dolayısıyla faiz arttırımı için son ana kadar beklemek, seçime ancak bir aydan kısa süre kaldığında başvurmak tercih edildi. Dövizdeki sert yükseliş ise mevcut üretime girdiler üzerinden neredeyse günlük etki yaptığından, önünün hemen kesilmesi gerekti.

Toparlamak gerekirse, esas öncelik olan Erdoğan’ın kişi kültünün korunması ve yeniden seçilme hedefinin gereği olan strateji, “faiz arttırımına direnebildiğin kadar diren, teslimiyet kaçınılmaz hale geldiğinde de zamanlamayı tuttur, mesuliyeti başkalarına yık ve bu konudan bir daha hiç bahsetme” şeklinde hayat buluyor. Erdoğan’ın faiz karşıtı “popülizm”i yani halkçılığı buraya kadar işte, imaj ile icraat çoktan ayrışmış durumda.

Yeterince ikna olmadıysanız Akşener’in çözmeyi seçim vaadi haline getirerek politize ettiği kredi kartları borçları sorununa Erdoğan nasıl yaklaşmış onu bir hatırlayalım:

Bugünden geriye bakınca daha da anlamlı. Dini yönü kuvvetli “popülist” lider, milleti “faiz lobisi” tefeci bankalardan korumak hususunda somut bir siyasi veya ekonomik önlem almak yerine kredi kartlarına mahkum dar gelirliyi neoliberalizmin amentüsü olan bireysel finansal sorumluluğa davet etmek ile yetiniyor: “ayağınızı yorganınıza göre uzatın”. Uzatmıyorsanız da “kusura bakmayın” yani mesuliyeti benden bilmeye kalkmayın.