Gaspar Miklos Tamas – “Popülizm” üzerindeki gizem perdesi nihayet kalktı

Kaynak: openDemocracy  Paylaşım: sendika.org

Post-Faşizm’in filozofu, popülizm tartışmasına “post-gerçekliğin” müsebbibi olarak kendi işaret ettiği adayla giriyor – Sol ihanet

Kutlu terimleri, söz konusu değişikliği ilan etmeden tamamen yeni bir anlamda kullanmak yoluyla okuyucuları yanıltmak yeni bir şey değil. Bu her gün olur. İnsanların yeni bir fenomeni açıklayamadıklarında, bir teori veya en azından bir tarif yerine ona derin tınılı bir isim vermeleri şaşırtıcı değildir. “Popülizm” veya “sağ popülizm” – hatta “sol-popülizm”de bile – olan bu. Dağlar kadar eski durumları şaşırtıcı derecede yeni olanlarla aynı anda tariflemek için kullanılan kelimeler. “Popülizm”, “Ne olduğunu anlamıyorum, ama üzerine konuşmam istendi” ile eş anlamlı hale geldi.

Macaristan Başbakanı Orban; Budapeşte, Macaristan’daki parlamento binası önünde Bavarya ve Macaristan bayraklarına bakıyor. Mart 2016. Peter Kneffel DPA/Press Association. Tüm hakları saklıdır.

Macaristan örneğini ele alalım

Macaristan örneğini ele alalım. Başbakan Viktor Orban için kusursuz bir “sağ popülist” deniyor. Kendisi neler yapıyor?

Daha sonradan akıllıca terk ettiği, tereddütlü fakat itici bir totaliter tarzda mobilizasyondan sonra kendisi ve rejimi, yasal anlamda yolsuzluktan kaçınılan, fakat yine de devlet varlıklarının egemen ailenin dostları ve yandaşlarının zenginleştirilmesi için kullanıldığı bir teknik icat etti. Liderlere dışarıdan rüşvet verilmiyor veya hırsızlık yapılmıyor: şirketler, araziler, binalar, karlı girişimler, rantlar ve özellikle Avrupa fonları paraları basitçe dalkavuklara ve kapıkullarına ve onların düzmece şirketlerine bahşediliyor. Devlet işlevleri liderin müttefiklerine (kontrol gayriresmi olarak hala kendisinde kalacak şekilde) taşeron ediliyor, özel şirketler kamulaştırılıp sonra tekrar bu tip müttefiklere verilerek özelleştiriliyor. Ulusal ve bölgesel ihtiyaçlara hizmet etmek için açılan ihaleler değişmez şekilde aynı insanlarca ve aynı Orban-yanlısı ve Orban-astı şirketlerce kazanılıyor.

Devlet bankaları bu şirketlere eskiden bağımsız olan medyayı satın almaları için krediler sunuyor. Tüm kamu kurumları liderin kişisel malı gibi muamele görüyor. İlköğretim okulu müdürlerinden köyün posta ofisi şeflerine, komik oyuncak bebek koleksiyonları idarecilerinden üniversite rektörlerine ve emniyet müdürlerine kadar her kamu görevlisi, veya cemiyet için bir şey yapması talep edilen herhangi biri o veya bu şekilde iktidardaki Sağ’a ait olmak zorunda.

Başbakanın ofisi eski kraliyet sarayına taşınıyor ve Ulusal Galeri ile Ulusal Kütüphane, kendisine ve giderek esas hükümetten ayrışan ve onun üstünde konumlandırılan kişisel devlet aygıtına yer açmak için binadan dışarı atılıyor. (Yerel, veya daha doğrusu bölgesel hükümet de neredeyse yok oldu. Merkezi hükümet ve yerel patron veya köydeki muhtar arasında yer alan hiç bir şey kalmadı.) Ulusal Miraslar Ofisi gibi devlet kurumları lağvediliyor ve bu alanda bazı finansal ve profesyonel çıkarları olan, kaçınılmaz olarak üst-hükümet ile bağlantılı karanlık özel girişimlerce ele geçiriliyor.

Tıpkı babadan oğula geçen krallıklar zamanında olduğu gibi, Taç’ın mülkü devlet başkanının kişisel mülkünden net bir çizgi ile ayrılmıyor. Ülkedeki yüce iktidar tarafından ihtiyari, keyfi ve amirane bir şekilde kullanılıyor. Bu sistemden fayda sağlayanlar sıkı bir tarikat veya eski anlamda bir “iştirak” olarak örgütleniyor, resmi devletin yerini alıyor ve onun kanunlarını ve anayasal normlarını şekillendiriyor.

Bu dahiyane bir eski-yeni, esnek ve na-katliamcı diktatörlük şekli, fakat bunu “popülist” yapan ne?

Etnikçi Demagogluk

Şu anda uygulanan ve geçmişte halk sınıflarına hararetle ve bazen şiddetle karşı olan çeşitli elitlerce, örneğin askeri diktatörlüklerce uygulanmış şekliyle etnikçi demagoglukta özellikle popülist bir şey yoktur. Kitlelere ara sıra ücret artışı, sadaka, vergi reformu gibi yollarla tavizler vermek evrensel prosedürlerdir ve kimse Prens Otto von Bismarck’a ve İmparator 1. Wilhelm ve 2. Wilhelm’e “popülist” demeyecektir. Tahakküm altına aldığı ülkenin başına gelen kötülüklerden Yabancı’yı sorumlu tutmayan herhangi bir rejim var mıdır?

Baş-popülist bela Donald Trump’a bir bakın. Bir bela olduğuna şüphe yok. Fakat “popülist” mi?

İşsizliği azaltmak için yollar ve köprüler inşa etmeyi öneriyor. Bu Piramitler’in yoludur. Firavun “popülist” miydi? Dış ticaretçilere cezalandırıcı vergiler koymak çok eski bir gelenektir. Venedik Dükaları, Hollanda’nın başmemurları veya Burgundy dükleri “popülist” miydi?

1935’te Karl Mannheim, Rekonstrüksiyon Çağında İnsan ve Toplum eserinde ekonomik politikalar alanında serbest ticaret dönemleri ile korumacılık dönemleri arasında döngüsel bir ritim olduğunu ortaya koydu. (Benzer bir mantık Büyük Dönüşüm eserindeki “çifte hareket” teorisiyle Karl Polanyi tarafından da keşfedildi, 1944) Keskinleşen rekabet fiyatları aşağı çeker ve bu işverenleri gerçek ücretleri düşürmeye, çalışma saatlerini uzatmaya, daha sıkı bir iş disiplini ve baskıcı emek kanunları dayatmaya, fakat en çok da teknolojiyi geliştirerek ve işgücünü küçülterek tasarruf yapmaya iter.

Kitlesel işsizlik rekabetçi talebe zarar verir, vs. Eninde sonunda kapitalist devletlerin liderleri krizi engellemek istiyorlarsa önlemler almak zorunda kalırlar ve ana yöntemleri rekabeti bir miktar sınırlandırmaktır.

Korumacılık rekabeti iki açıdan kısıtlar: birincisi bazı rakipleri (esasen “yabancıları”) dışlayarak kapitalistler arasındaki rekabeti yumuşatır ve devleti yani vergi mükelleflerini piyasanın artık gözetemediği bazı yeniden dağıtım görevlerini omuzlamaya zorlar. İkincisi, işçiler arasındaki rekabeti azaltır. İşçiler arasındaki rekabet bir burjuva devletinin istikrarı için özellikle tehlikelidir. İş olanakları kıt olduğunda etkili işçi hareketleri geçmişte devletin kamulaştırma, yeniden yapılandırma ve düzenleme yapmasını ve genelde bir tür işsizlik ödemesi yapmasını, refah sistemlerini büyütmesini, yeni çalışanlara gereksinim duyulacak yeni projelere (ör. demiryolları, yollar, sosyal konut) yatırım yapmasını, (eğitim yoluyla) insanların işgücüne katıldığı yaşı ertelemesini, emeklilik yaşını düşürmesini ve başka pahalı çareler talep etmişlerdir. Egemen sınıflarca düzenli olarak savunulan başka türden bir çare de savaş, kolonyal fetihler veya ikisi birdendi, böylece yeni talep yaratılır ve artık nüfus tüketilirdi. Bunların ikisi de istikrarsızlaştırıcı ve barbarca görülmüştür.

Otto von Bismarck ve köpekleri, 1891. Wikicommons / Immanuel Giel. Bazı hakları saklıdır.

Bu unsurların bir bileşimi ile bazı refah sistemleri yaratıldı fakat bunlardan yararlanabilecek olanlar çeşitli gerekçelerle dışarıda bırakıldı veya en azından yararlanan bazı insanlar nefret nesneleri olarak sunuldu ve bu şekilde yeniden dağıtımcı ve egaliter devlet regülasyonlarının arkasındaki cömert dürtünün karşısına bir dengeleyici kondu. Sadece “çalışkan” (siz beyaz diyin) erkekler için refah ile “beleşçilerin” ve “refah kraliçeleri”nin (siz beyaz olmayanlar, yabancılar veya 1980’ler ve 1990’larda bilinçli yaratılan korku unsuru “bekar anneler” öcüsü gibi kadınlar diyin) dışlanması, zaman zaman sınıf mücadelesi politikasının yerine etnik düşmanlığı ve sınıflararası ırk ve toplumsal cinsiyet (beyaz erkek) ittifakları ve koalisyonlarını geçirmekte başarılı oldu.

Bu temaların güncel bir varyasyonu, işsizlerin geleneksel siyah suçlu öcüsü ile birleştirildiği alışıldık refahçılık karşıtı muhafazakar karaçalma işleminde, ihmal edilmiş beyaz işçi sınıfının sembolik bir rol oynadığı Trump kampanyasınca ortaya kondu. Görece yeni olan ise, refahçılık karşıtlığının ticari girişim korumacılığı ile ve istihdamı arttıracağı vaat edilen bayındırlık işleri ile birleştirilmesi. Korumacılık genellikle refahçılık ile el ele gitti (etnik ve yerlici sınırlamaları olan faşist versiyonunda bile; fakat bu tüm faşizmler için geçerli değildir: Mussolini bir serbest ticaretçi ve dengeli bütçeciydi), fakat artık el ele gitmiyor. Burada göçmen, bu yeni gerici politikanın özelliklerini bünyesinde sentezleyecektir.

Khafre Piramidi ve Giza Platosu’ndaki Giza’nın Büyük Sfenksi, Kahire, Mısır. Wikicommons / Hajor. Bazı hakları saklıdır.

Göçmenler

Diyelim ki örneğin Çin’e karşı yürütülen “ticari savaşlar” ve Avrupa Birliği’ne -yabancıya- karşı açıksözlü bir düşmanlık artık rakip bir işçi grubuna, göçmenlere karşı bir mücadeleye eşlik ediyor. Yerli çalışan nüfusları ucuz yabancı rekabetten, ve yerli sermayeyi küresel piyasanın zorluklarından kurtararak (bu ikincisinin ne kadar mümkün olduğu şüphelidir) sahip olanlar ve sahip olmayanlar arasında etnik ve kültürel temelde, seçimleri kazandırmaya yetebilecek kadar ama çalışkan “küçük adam”ın kazığı yediğini fark etmesinden sonra fazla hayatta kalamayacak sınıflararası bir koalisyon yaratılması umuluyor. Elbette, Trump rejimi ve benzeri hükümetler dosdoğrudan faşizme doğru alçalmaya başlamazsa… Fakat an itibariyle gördüğümüz rapraplardan çok kaos; kötü tarz ve kötü niyet – bu türden herhangi bir durumda bu tarz bir liderliğin mahalinde toplanmaya yatkın çılgınlarla beraber olsa da.

Pek popülist sayılmaz

Tekrarlamak gerekirse, yeni bir şey yok. Korumacılık, izolasyonizm ve yerlicilik uzun zaman boyunca Amerikan siyasetinin renkleri ve nüansları olmuştur. Fakat dezavantajlılara elle tutulur hiç bir şey önerilmediği hiç bir zaman olmamıştı – sonuçta ne türden olursa olsun popülist bir politikanın merkezinde bu olmalıdır. “Popülist” Macaristan’da işsizlik tazminatı, işsizlik maaşı, hiç bir şey yok.

Bir tutam eşitlikçilik içermeyen popülizm saçmalıktır. Popülizm, doğal olarak anti-elitizmdir, veya eskiden öyle idi. 19. yüzyıl kaynaklı popülizmin özellikle sevmediği elitler saray erkanı, toprak sahibi aristokrasi ve onun kozmopolit uzantıları, Papalık ve yüksek ulema, yüksek rütbeli subaylar (ve genel olarak profesyonel ordu ve bahriye), umuma kapalı beyefendi kulüpleri üyeleri, sömürge idaresinin üst yetkilileri, tüccar bankaları ve bankerlerdi. Ön-faşist ve faşist propaganda bunlara evrenin “gerçek” efendileri olarak gizli “okült” elitler eklemiştir; serbest masonlar, Siyon Liderleri, basın lordları ve yine Vatikan gibi. (İlluminati hakkındaki şapşal efsaneler bile yaklaşık iki yüz yıldır vardı ve o zamanlar bile ahmakçaydı)

Fakat eğer elitlerin ayırt edici özelliği onların eşitlikçiliği, yani dezavantajlılarla ideolojik ve politik yakınlıkları haline gelecek olsa, bu emsali görülmemiş bir şey olurdu. Bugünün sahte anti-elitizmi (akıllara durgunluk veren, gerçekte var olmadığı açık “popülizm”e dair bu laf salatasının kaynağı bu olabilir) eşitlikçilere yöneliktir, özellikle “liberal eşitlikçiler” diyebileceğimiz gerçekte alçak gönüllü sosyal demokratlar olan o enteresan türe yönelik.

Bunu mümkün kılan, “liberal eşitlikçiler”in insan hakları retorikleri aracılığıyla vargüçleriyle kapitalist eşitsizlik ve devlet baskısına maruz kalan azınlıkları, özellikle de ırk ve toplumsal cinsiyet azınlıklarını ve uluslararası düzeyde de korkunç tiranlıkların kurbanı olan uluslar ve diğer nüfusları savunmak ve korumak eğilimine sahip olmalarıydı. Sınıf mücadelesinde yenik düşenler içinde bile işsizleri ve çeşitli sosyal yardım sistemlerince değer verilmek bir yana bu sistemlerin kapsamına dahi alınmayan kişileri vurgularlardı. Bir başka deyişle “eşitlikçi liberaller” burjuva toplumunda dağıtımsal adalet eksikliğinden veya yanlış uygulamasından en çok muzdarip olanları temsil etmeye çalıştılar, elbette söz konusu toplumu yıkmak istemeden – sonuçta komünist değillerdi. Sadece “hak eden yoksullar”ı değil, belalı, uygunsuz, yorucu yoksulları, delileri, inatçı itaatsizleri, öfkelileri ve hatta İngilizce konuşmayanları dahi temsil ediyorlar.

Açık ki işçi sendikaları ve adil ücretlerden de yanalar – fakat serbest-ticaretçi-küreselci soydan olsun korumacı-izolasyonist soydan olsun yeni-muhafazakarlara tehlikeli görünen bu değil. Gerçekten tahammül edilemez olduğuna inanılan şey eşitlikçi kültürün yayılması: huylar, konuşma alışkanlıkları, kanaatlar, inançlar, dayanışma hisleri, sempatiler vb.

Politik doğruculuk

Politik doğruculuk denen şeyden hiçbir zaman kullanımda olmadığı Doğu Avrupa ve Güney Asya ülkelerinde bile bu kadar nefret edilmesinin sebebi bu. “Politik doğruculuğun” ölümü Sağ tarafından bir özgürleşme olarak deneyimleniyor; dünyamızın ikiyüzlülük ve dayatılmış sunilikten kurtulması – sonuçta kadınları, eşcinselleri, beyaz olmayanları, yabancıları, sağlık durumu kötü insanları vs. hor görmek doğaldır -öyle diyorlar- öyleyse dilbilgisinin eşitlikçi reformu ve kullanımı bir hüsnütabirciliktir: “biz”im (gerçek halk) bildiğimiz ve etkileyici yani ürkütücü ve berbat olarak takdir ettiğimiz gerçeklere ütopik isimler veriliyor. “Biz” erkeğin patron olduğunu ve karısının itaat ettiğini biliyorsak “partnerler”den bahsedilmemeli. Eşitsizliğin tanınmasından uzaklaşma -yine!- hem küfür hem de gerçekdışı bir şey olarak sunuluyor. Ek olarak, sosyal gerçeklikleri değiştirmek yerine “hüsnütabirler” kullanmak bir zayıflık işaretidir, dolayısıyla her zayıflık gibi aşağılıktır. “Toplumsal cinsiyet”in sosyal, kültürel ve politik inşasını incelemek cinsiyetler arasındaki ayrımın tanınmasından uzaklaşmak anlamına gelir – veya Sağ kendisine göre bu anlama geliyormuş gibi yapıyor. Modern gericilerin “doğa” derken kast ettiği önceden belirlenmiş iktidar ilişkilerinden uzak olmanın bir işareti daha. Rütbe ve güç, hali hazırda hayvanlar aleminin özellikleridir ve örneğin dişinin boyun eğişi omurgalılar arasında hayatın bir gerçeğidir.

Bu türden ırklar ve toplumsal cinsiyetler (pardon sadece “cinsiyetler”) arasında eşitsizliği savunan “sosyal Darwinist” veya öjenik ideolojilerin yanı sıra gelenekselcilik de bir rol oynuyor. Giulio Evola – bu kişi sadece ABD başkanı Trump’ın stratejik danışmanı Steve Bannon için değil, farklı kastlar veya “cemiyetler” (Stande) yönünde ayrıştırıcı metafizik çağrıya son derece aşık Macar Jobbik partisi için de bir ilham kaynağıdır – “gelenekselciliğin” azizidir. Eşitlik, herkesin modernite içinde bir Chandala’ya yani Varna’sız, kastsız bir kişiye dönüştüğü, bir başka deyişle dokunulmaz (Sol’daki herkes için sevimsiz bir eşanlamlı kelime) haline geldiği, kastların birbirine karışması durumundan ibarettir.

Bir başka Trump danışmanı, Sebastian Gorka isimli bir zat, ki kendisi benim vatandaşım bir Macar’dır, eski kraliyet vekili Emperyal Kraliyet Tuğamirali von Horthy (1919-1944 arasında hüküm sürdü) tarafından yaratılan ve bahşedilen ve bugünlerde sadece birbirlerine aristokratik unvanlar ihsan eden, hiyerarşi, mavi kan ve Aryan kardeşliğin sarsılmaz müminleri aşırı-sağ çılgınlar kulübünden ibaret yeni bir asilzadelik olan “vitez” denen şovalye unvanını gururla taşıyor.

Dr. Sebastian Gorka SOCOM Savaş Oyunları Merkezi’nde brifing veriyor, 2015. Wikicommons / Sk-gorka. Bazı hakları saklıdır.

Korumacılık, otarşi, komplo teorileri, sahte aristokratçılık, ırksal horgörme, beyaz üstünlükçülüğü, misojini, bilime karşı nefret, hayali düşmanlar icadı – bunların herhangi bir tahayyülde popülizm ile hiç bir ilgisi olamaz.

Hayali düşmanlardan bahsetmişken: Amerika’daki “kültürel Marxistler” ifadesi – Göbbels’in “Kulturbolschewismus”u ile yakın ve paraleldir – yine, Frankfurt Okulu’na (ve Jürgen Habermas’ın son dönem eserleri aracılığıyla bir başka eski gerici, fakat etnik olmayan karışım daha olan sözde Avrupa “fikri” ile oldukça zayıf bağlantılarına) duyulan nefretin -kitaplarının okunurluğunun aksine- yaygın olduğu Doğu Avrupalı aşırı sağın temsilcileri arasında yerleşik fikirlerin bir yansıması.

Breitbart mezunlarının o kadar insan içinde Adorno’yu -inanabiliyor musunuz?- batılı gençliği rock müzik ile zehirlemekle suçlaması insanı neredeyse duygulandırıyor. Evet, Igor Stravinsky’nin müziğini bile kitsch bulan, bugün elitist ve ulvi görülen caz müzikten nefret eden ve hayatında hiç rock müzik duyduğunu zannetmediğim o Adorno. Buna rağmen Sol’da yer aldığından Adorno bir alt-sınıf müzik sevicisi olmakla suçlanıyor (elbette bunun tam tersiydi) ve “popülist” Sağ, popüler müziği ayaktakımının afyonu olarak görüyor.

Bu oldukça eski moda, son derece geleneksel Sağ’ın (çok “otuzlar”…) atılımını tarif etmek için insanların neden bu terimi, “popülizm”i kullandığını keşfetmek çok ilginç olurdu – bazılarının neden Sol’un birkaç versiyonuna da aynı yaftayı vurduğunu bilmek daha da ilginç olurdu. O hoş ve şaşmaz Fransız deyişine göre her kim ki Sol ile Sağ arasında gerçek bir fark olmadığını söylüyorsa o kişi Sağ’dandır. (“Ni droite, ni gauche” faşist bir slogandı ve Naziler Horst-Wessel-Lied’de “Kam’raden, die Rotfront und Reaktion erschossen” yani komünist Kızıl Cephe’yi ve muhafazakarları kurşunladıklarını duyuruyorlardı. Tekrar ediyorum: yeni olan ne?)

Öyleyse Neler Oluyor?

Sol’daki insanların korkakça tavizler veriyor olması olgusu da haber değeri taşımıyor. Evet, Jeremy Corbyn veya Sahra Wagenknecht (Die Linke’nin yaklaşan seçimlerdeki birinci adayı, özel servisin hala resmi olarak gözlem altında tuttuğu Kommunistische Plattform’un eski sekreteri) veya Avusturya’nın Sosyalist şansölyesi Christian Kern veya bir zamanların Fransız solcu liderlerinin şimdi göçmen karşıtı konuşmalar yaptığını duyarsınız. Fakat bu ihanettir, “popülizm” değil.

Gerçek popülistler aptalca şeyler söylemiş olabilirler ama kesinlikle sıradan halktan, çoğunluktan, profanum vulgus’tan, yıkanmamışlardan vs. yana. Hiçbir şey milliyetçilikten daha burjuva olamaz, ama milliyetçilerin “birlik” çığlığı, eşitlikçi bir cemiyeti ortak bir kültürel mirasa (bu hiç de şapşalca bir fikir değil) dayanarak inşa etmek isteyen türden demokratlara hitap etti. Popülizm sıklıkla demokratik milliyetçilikten fazlası değildi – bugünlerde var olmayan bir şey. (bkz. benim “Milliyetçilik Sonrasında Etnikçilik: Avrupa Sağı’nın Kökleri”, Socialist Register 2016). Milliyetçilik bir çeşit Mesihsel kendini-ispat idi, örneğin ondokuzuncu yüzyılın üç büyük imparatorluğuna (Rusya, Almanya ve Avusturya) karşı kurtuluş mücadelesi veren, “ulusların İsa’sı” (Adam Mickiewicz, 1832), tahayyüldeki Polonya’nınki gibi.

Adam Mickiewicz, 1890 civarı. Wikicommons / Kaynak Bilinmiyor. Bazı hakları saklıdır.

Yahudilerin sınırdışı edilmesi veya sığınmacıların iadesi savunulmuyordu – zora dayalı yabancı tahakküme karşıydı, başkaları üzerinde tahakküm kurma, hatta ötekilerin dışlanması yanlısı değildi. Eleştirilebilir (ne eleştirilemez ki?) ama milliyetçiliğin odağı özgürlüktü: kendi kaderini tayin, öz-ifade, otantik bir şekilde özgürleşmiş cemiyet. (Kitabım Les Idoles de la tribu, 1989’da, liberal milliyetçiliğin “otonomi” veya “kendi kendini yönetim” fikrinde yer alan Kantçı kaynağı gösterdim: kelimesi kelimesine, kendi kendine kanunlar koymak.)

Irkçılık ve etnikçiliğe “milliyetçilik” veya “popülizm” demek yarar getirmiyor. Zulüm ile kurtuluş arasındaki farkı silmeye kimsenin hakkı yoktur – Rus narodniki, yani Popülistler, serflerin kurtuluşu için kahramanca savaşıyordu sonuçta – bu yüzden bu saçmalığa bir son vermeliyiz.

Kaos

Politikada büyük bir kaos olmadığını söylemiyorum. Romanya’daki yolsuzluk karşıtı gösteriler örneğini ele alalım – batı ve orta Avrupa basınında çokça kutlanan. Herkes tarafından az çok bilinen hikayeyi, hükümetteki “sosyal demokrat” olduğu iddia edilen PSD partisinin yolsuz politikacıları aklayacak bir kanunu nasıl bir Nacht-und-Nebel-Aktion ile geçirdiğini ve devasa gösterilerin bu kanunu geri çektirttiğini tekrar anlatmayacağım. Birkaç refahçı önleme karşın PSD politikacılarının yozlaşmış, milliyetçi ve muhafazakar olduğundan (rakipleri gibi) ve tüm reddedilemez ekonomik başarılarına rağmen hala çok yoksul ve eşitsiz olan bir ülkede, kendileri ile bağlantılı dev karanlık ağların devlet hazinesinden vergi gelirlerini emdiği şüphe götürmezdir.

Fakat Romanya’daki çatışma cici sivil haklar savunucuları ile pis, hırsız anti-demokratik milliyetçiler arasındaki bir çatışma değil, bambaşka bir şeydir. Bu bir kast protestosudur: genç, eğitimli, orta-sınıf, şehirli, Avrupa yanlısı ve batı yanlısı, hoş kokulu, iyi giyimlilerin; taşralı hödüklerden, yaşlı emeklilerden, “post-Stalinist” işçilerden nefret edenlerin – onlara tapan medya ve kendileri, kendilerine “güzel insanlar” diyor – protestosu.

Problem şu ki protestolar açıkça otoriter; politik hasımı için ceza, hapis, kovulma talep ediyorlar ve açıkça iktidar kavgasındaki bir taraftan yana konumlanıyorlar: başkan Klaus Johannis ve üstüne bütün devleti ve medyanın büyük bir kısmını ele geçirmiş gibi gözüken, oransal olarak dünyadaki en büyük gizli servisçe (30,444 işbirlikçi, Alman servisinden daha büyük ve Çavuşesku’nun meşhur Securitate’ının iki katı büyüklükte) toplanan belgeleri mahkemeye getiren özel yetkili savcılık. İşler aydınlanmış mutlakiyetçiliğin Avusturya versiyonundaki gibi: Modernite ve kalkınma kamusal alan ve politik fikir alışverişi alanıyla değil, hesap vermez ve zifiri gizli devlet ile ilişkilendiriliyor.

Birkaç bin kişi Zafer Meydanı’nda Romanya hükümet merkezi önünde yolsuzluk karşıtı kanunları gevşetme önerilerine karşı protesto gerçekleştiriyor, Şubat 2017. NurPhoto SIPA USA / Press Association. Bazı hakları saklıdır.

“Güzel insanlar”ın “hukukun üstünlüğü” ile istediği – ağır bir cezalandırıcı adalet ve tasfiye talebi ile birlikte – bu türden bir modernizasyon ve bu örnekte halk katılımı, politik çoğulculuk ve otonom bir Öffentlichkeit değil; sadece “şeffaflık” ima ediliyor: herkesin ajanın bakışları altında biteviye izlendiği ve ahlaken sağlam tutulduğu Panopticon’un şeffaflığı. Ve doğu Avrupa’nın her yerinde olduğu gibi, paranoyalardan geçilmiyor: darkafalı milliyetçiler, bir sembol olarak George Soros’un (“Yahudi”) herşeyin arkasındaki zat olduğundan şüphelenirlerken, “güzel insanlar”a göre ise makinedeki ruh bir sembol olarak Vladimir Putin (“Komünist”).

Elit ayaklanmaları ve nahoş fikirler

Bu çatışmanın – elitlerin Halk’a karşı ayaklanması, tersi değil – temelinde sınıf çelişkisi ve onun kültürel ifadesi olsa da, sömürülen ve ezilen sınıflar her yerde başka ezilen insanlara karşı düşmanlaşıyorlar: bugünlerde çoğunlukla mültecilere veya azınlıklara veya gaylere veya hatta sömürücülerin kendileri değil fakat sömürücülerin ahmak ve bilinçsiz ajanları olan genç batı-yanlısı orta sınıfa karşı.

Fakat onların yabancı düşmanlıkları sadece bir kanı (nahoş olduğu su götürmez, fakat yine de sadece bir kanı). Mültecileri geri çevirenler ise büyük kapitalist devletler. Avrupa basını Donald Trump’a karşı esip gürlerken, nazik Alman hükümeti ve liberal müttefikleri tam olarak onun henüz sadece bahsettiği şeyi yapıyor. Avrupa sınır polisi Frontex şimdiden mültecilere karşı ABD’li emsallerinin olması düşünüldüğünden daha vahşi. Viktor Orban’ın Sırp sınırındaki utanç çitleri artık Avusturya ordusunca da korunuyor; kendine kısa zaman önce kusursuz bir Yeşil-liberal cumurbaşkanı, sevimli, dostane Herr Van der Bellen’i seçmiş olan tarafsız bir ülkenin ordusunca. (Bu arada, orduya polis yetkileri veren, barış zamanında emsali görülmemiş Macar kanunu artık Avusturyalı iktidar sahiplerince de taklit edilmiş durumda.) Bu sırada, sosyalistler önderliğindeki Avusturya hükümetinin, daha çok insanı istihdam etmeye istekli girişimcileri ödüllendirme kararı – sosyal demokratlarca! – kısa süre önce, istihdam edilen göçmenler sayılmayacak şekilde değişikliğe uğratıldı, birkaç gün önce Viyana’daki içişleri bakanı “devlet-karşıtı faaliyetler”i ve “Avusturya Cumhuriyeti devlet otoritesini tanımama”yı iki yıl hapis ile cezalandırılması gereken edimler haline getirecek bir kanun teklifi verdi. Hoş bir Stalinist tınısı var, öyle değil mi?

Roma yanarken dejavu

Sağ her yerde kazanıyor, Sol her yerde ihanete uğruyor ve insanlar saçma tanımlar üzerine münakaşa ediyor.

Gerici karşı-devrimin geleneksel proletaryayı ve alt orta sınıfı sınıfaltına, prekaryaya – özellikle “etnik” ise – ve göçmene karşı kullanması (yardım etmesi değil), bu şekilde kolonyal fetih günlerinden beri görülmemiş bir sınıflararası politik ittifak yaratması Sol’u yokediyor.

En önemli Anglofon ülkelerin (Britanya ve ABD) Avrupa Birliği’ne karşı düşmanlaşması, Milletler Cemiyeti’nin parçalanmasına paralel bir seyir takip ederek Avrupa kıtasındaki en uzun barış dönemine son verebilir – Yugoslav ve Ukrayna çatışmaları küçük çarpışmalar olarak sınıflandırılıyor – ve düzensizlik veya alevlenme tehlikesi genellikle ilerlemeyi durdurur, özellikle daha büyük hürriyet ve işbirliğine doğru olanı.

Sosyalist ihanet de yeni bir şey değil. Herkesin bildiği gibi (bugün olduklarından kıyas kabul etmeyecek derecede daha güçlü olan) Avrupalı sosyalistler 1914 yazında emperyalizmin güçlerine teslim oldular ve savaş kredileri lehine oy vererek ve kuramda “enternasyonalist” işçi sınıfını mobilize ederek “savaş gayreti”ne katıldılar. Henri Bergson, Max Scheler, Georg Simmel gibi kozmopolit olan, ve anti-Semitik emperyalist-milliyetçi güçlere karşı temkinli olmaları beklenen Yahudi asıllı entelektüeller, muharebe yoluyla yeniden doğum ve “ev sahibi” uluslarının üstün erdemleri üzerine zafer şarkıları yazıyordu. Anarko-sendikalistler – ki önceleri radikal pasifistlerdi – uygun adım sağa yürüdüler, bir çoğu sonradan faşistler haline geldiler, bir tanesi de Pétain ve Laval’in ikinci dünya savaşı sırasındaki işbirlikçi kriminal hükümetinde bakan oldu.

Sosyalist fikir, savaşı uluslararası bir genel grev ile engellemekti. Onun yerine etnisite sınıfı yendi ve işçi sınıfının refah devletine ve kolonyalizme yaptığı yatırım, sosyal temettüler umuduyla sürdürüldü; sonuçları malum.

Şeyleri hak ettikleri adlarla analım. Görünürde çözülemez gibi duran, teknolojik gelişme (dijitalleşme, robotizasyon, otomasyon) ve finansal kriz ve küresel talebin daralması nedeniyle milyonların “fuzuli nüfuslar” haline gelmesi ile baş etmek yerine ırkçılık ve yabancı düşmanlığına teslim olmak; faydaları evrensel olarak yaymak yerine açlık ve savaştan kaçmaya çalışan milyonları durdurmak için çitler çekmek; Erdoğan, Modi veya el-Sisi gibi tiranlarla anlaşmalar yapmak; Rohingyalar gibi grupların badireleri konusunda susmak; düşmana giderek daha çok benzemek – resmi Sol’un yaptığı budur ve bunun adı ihanettir.

Sol ile Sağ arasında hiç bir fark olmadığı doğru değil, fakat Sol’un 1914’te yaptığı gibi hızla yok olduğu doğru.

Bu makalede Veronica Lazar’ın içgörülerinden yararlanılmıştır fakat elbette benim burada yazdığım hiçbir şeyden kendisi sorumlu değildir.

Atıf-GayriTicari 4.0 Uluslararası (CC BY-NC 4.0)